Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Muz kabuğunun yolculuğu

Sokaktaki sararmış yaprakların arasında gördüğü muz kabuğunu işaret ederek  "Annee bak! Ağaçtan muz kabuğu da dökülmüş" dedi çocuk. Biraz şaşırmıştı ama yerde ve sarı renkli olmaları yeterli gelmişti bir su gibi berrak zihnine...  Annesi bu masumiyet karşısında gülümsedi. Çantasından çıkardığı kağıt mendille eğilerek, muz kabuğunu aldı ve az ilerideki çöp kutusuna attı. Merakla kendisini izleyen çocuğun minik elinden tutup sokakta ilerlerken, "Aynı renklere sahip olmamız oraya ait olduğumuz anlamına gelmez. Bunu nasılsa zamanla öğreneceksin... Şimdilik şunu aklından çıkarma. Sokağa, meyve kabukları da dahil hiçbir çöpümüzü atmıyoruz. Tamam mı?"  "Tamamm!" Dedi çocuk coşkuyla ve annesinin elinden yayılan sıcaklığa daha da sokularak, muz kabuğunun çöp kutusundan tırmanarak kaçtığını, annesinin yatmadan önce okuduğu kitaptaki ayıcık gibi büyük maceralar yaşadığını ve sonunda yaprak arkadaşlarının yanına ulaştığını hayal edip, gülümseyerek devam etti  yürümeye...

Küçük şeyler

Son zamanlarda çoğunlukla yaptığım gibi, balkondaki yerime oturmuş bahçedeki mandalina ağacını seyrediyorum. Meyveleri, günlerdir o davetkar sarı-turuncu rengine büründü. Eskiden olsa koşarak yanına gider daha eve getirmeden iki üç tanesini dalından koparmanın zevkiyle yerdim. Şimdi ise canım istemiyor...  Babamın fideyi getirip, bahçeye diktiği günü dün gibi hatırlıyorum. Büyümüş mü diye her gün balkona çıkıp kontrol edişimi, boyum yetişmediği için onun koparıp bana uzattığı ilk mandalinayı nasıl coşkun bir sevinçle yediğimi de... İçimdeki özlem mandalinanın tatlı-ekşi tadına karışıyor. Bir uçak geçiyor. Gitmeyeceğimi bile bile uzaklara mı gitsem? Diye düşünüyorum... Uçak gidiyor, ben babamın hatırası ağaca bakmaya devam ediyorum. Tatlı bir sonbahar serinliği teğet geçiyor, ürperiyorum. Annemin balkon için bıraktığı şalı alıp sarınıyorum. İşte bu koku! Bütün kokulardan baskın geliyor. Yüz yıllık parfümünü değiştirmemek için direnen tek insan olabilir diye düşünüyorum... Tam o sıra...

Elma şekeri tadında

"Gel gidelim" diyor kolunu omzuma atarak "buralar yalnızları ürkütür ama sen sakın korkma, artık yalnız değilsin!" Korkudan kaskatı kesilen bedenimi gevşeten sözleriyle aynı etkiyi yaratan kolu omzumu sıkıca sarıyor...  Yeni evimizin arka bahçesini keşfetmek için dolaşırken kaybolduğum ormandan, nefes nefese çıktığım bu ıssız yolun kenarında ne tarafa gideceğimi kestiremeden etrafa bakınırken, tıpkı izlediğim çizgi filmin kahramanı gibi aniden ortaya çıkan bu yabancı ama aynı zamanda güzel ve cana yakın kız ile yavaş yavaş tanıdık gelmeye başlayan yolda yürüyoruz. Merak etmememi, evimi bildiğini çünkü taşınırken beni gördüğünü ve yeni bir arkadaş edineceği için ne kadar heyecanlandığını anlatıyor...  Hayatım boyunca en iyi arkadaşım olacağından habersiz, elma şekerini andıran sesiyle tatlı tatlı ormanı keşfetmekten, orada beslediği yavru sincaptan, beni tanıştırmak için sabırsızlandığı diğer arkadaşlarından bahsediyor... Onun heyecanına kendimi kaptırıyor ve daha az...

Bir kaşık ve gecenin korkusu

Neredeyim? Burası bir mağara olmalı... Çok karanlık! Kimse yok muu? "Annee... Babaaa... Neredesinizz?" Sesim yankılanıyor, belli ki büyük bir yerdeyim...  Ne kadar zaman geçti hiç bilmiyorum. Yorgunluktan sızmış olmalıyım. Dalgaların içinde savrulmam o kadar uzun sürdü ki... Bir ara sanırım buraya kadarmış dedim ve gücüm de tükenince kendimi bıraktım, sonrasını hatırlamıyorum... Sular beni buraya sürüklemiş olmalı... En azından ıslak bir yerde değilim. Akşam, yemek masasında bütün aile bir aradaydık. Sonra her zaman bindiğimiz araca gitmek için toplandık ve sıkışıklık içinde ne olduğunu anlayamadan yere düştüm. Düşmenin etkisini toparlamadan sele kapıldım. Ve şimdi buradayım... Annem her zaman "umudunu kaybetme!" Der. Bu söze tutunmalıyım ama burası soğuk ve karanlık bir de ailemi çok özledim. Onlar da meraktan delirmiştir...  Kendine gel! Toparlan. Hadii... Buradan çıkmanın bir yolu olmalı, etrafına iyice bak! Karanlığa biraz alıştım sanki nesneleri seçmeye başladı...

Bir aşerme serüveni

-Abi itmesene! Düşücem şimdi merdivenden. -Düş diye yapıyorum ulan! Akşam akşam bu olayı sen açtın başıma... -Abi ben nerden bileyim yengenin böyle tutturacağını... -Dokuz aylık hamile kadının yanında "şöyle güzel yenge bir yiyen bir daha istiyor, aynı Amsterdam'daki gibi" diye ballandıra ballandıra anlatırsan ister tabii... Benim bile canım çekti sen şapırdatarak anlatırken. -Abi kusura bakma ama senin de göbek bakımından maşallahın var yani dokuz aylık gibi baksana şu göbeğe... -Sus Recep! Valla bak şuracıkta bir temiz döverim seni. Arabayı nereye park ettin? -Üst sokakta abi. -Hızlı yürü... Neydi adı bu yerin? Navigasyonu açayım. -"Red Fries" abi -Oğlum, Şirinevler'den Bağdat Caddesi'ne patates kızartması almaya mı gidilir Deliricem ya! Telefonu tak bakim şu zımbırtıya kestirmeden götürür belki. -Yolluk bir şeyler alalım mı abi bakkaldan? -Şaka mısın oğlum sen? Sür beni çıldırtma! Zaten gıcığım sana şu an... -Mesut abi... Uyuyo musun abi? -Yok uyumuyo...

Aşk uğruna

Yakalarına iğneledikleri fotoğraftaki hülyalı bakışlı kızın cenazesi için toplanan grubun sessizliğini üniversiteyi bırakmasın diye çabalayan yakın arkadaşı Merve bozuyor... Adama olan kızgınlığı istemsizce sesine yansırken "O kendinden başka kimseyi düşünmeyen bencil adama bağlandığı kadar şu hayata bağlanamadı. Yazık etti kendine..." diyor ölümünün suçunu adama yükleyerek... "Baksanıza" diyor grubun en sessizi Aslı, ayakta duramadığı için yakınları tarafından bir banka oturtulmuş, başı önde sessizce ağlayan yaşlı kadını işaret ederek "Nesrin teyze yıkılmış... Canım benim... Allah yardımcısı olsun..." Özge, sevdiği adam için kendisiyle ilgi her şeyi bırakmış, onun idealleri uğruna yıllarca dünyayı dolaşmıştı... Adam, ünlü bir yazar olduğunda ise yaptığı ilk şey onu terk etmek oldu. Özge bu konuda hiç konuşmamıştı. Sanki o sayfayı kapatmış kendisi de o sayfayla birlikte hayatını noktalamıştı. Ankara'da annesiyle yaşamaya başlamış, hayattan elini ayağın...

Renkler, kumaşlar ve erkekler...

  -Haydar abi, mint yeşili kumaş bitmiş. Niye haber vermiyorsun kurban olduğum ya! -İn oğlum aşağı! Güvenme o merdivene sakatlanıcan başımıza... -Ya bırak abi! Ben de buraya çıkmasam hangi kumaş bitmiş haberimiz olmayacak. Ya da yukarıdan vahiy gelecek Musa, şu kumaşlar bitti haberin olsun diye... Gülme abi ya... Bak! Bugün pazartesi pazarı var. Pazara giden kadınlar bu dükkana uğramadan geçmez, biliyorsun... Hamiyet ablanın istediği üç metre poplin limon küfü hazır mı? -Hazır hazır... Paket hemen kasanın yanındaki rafta. -Abi bu ne? Hayır yani gözlüğün de takılı ama aşık mısın anlamadım ki? -Ne oldu oğlum yine... Üç metre işte! Ölçüsü mü yanlış? -Daha ölçüsüne bakmadım ama neredeyse bal köpüğünü, limon küfü diye verecektik Hamiyet ablaya. Paralar bizi valla!.. -Aaa!!! Vallahi benziyor oğlum ne bileyim ben. -Bilmediğini sor be Haydar abi. Kadın pazardan eli kolu dolu gelecek, paketi alıp eve gidecek, sonra seyreyle cümbüşü...  Sen bu kadınları daha öğrenemedin mi Haydar abi? R...

Biten şeylerin ardından...

"Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu." Birkaç kez tekrarladı bu cümleyi... Kitabın bu sözlerle bitmesi kalbini acıtmıştı. "Kimse böyle hissetmemeli" dedi yüksek sesle... "Hiç kimse..." Okuma koltuğundan kalkıp, çalışma masasının üstündeki kalemlikten mor kalemini aldı. Tekrar koltuğa oturup ayaklarını topladı. Kitabın son sayfasını açıp, cümlenin altını çizdi ve zaman zaman yaptığı gibi kendisine bir not bıraktı. "Üzgünüm" yazdı altını çizdiği cümlenin hemen yanına bir de kalp çizdi... Gerekli vedayı yaptığını düşündüğü anda kitabı koltuğun yanındaki sehpanın üzerine bıraktı. Arkasına yaslanıp, bu kitabın özellikle de son cümlenin onu neden bu kadar etkilediğini düşünürken gözü kitabın kapağına takıldı. Sallanan sandalyede oturan genç bir kadın ve önünde uzanan bozkır manzarası... Son zamanlarda yaşadığı çalkantılı süreçten dolayı mı kendisini bu romanın karakterine yakın hissetmişti? Belki de...  Birbirlerine deli gibi aşık ol...

Albino gelincik ve kerameti

Yeni yıl hedeflerinden ilkini 3 Ocak'ta gerçekleştirmiş olmanın heyecanı ve gururu içinde, yanındaki gezi arkadaşına oturmaktan ayağının uyuştuğunu şikayet eden teyze ve arkadaşının arkalarında oluşan sıradan bi haber yavaş yavaş merdivenden inmesini beklediği otobüsten, boynuna özenle taktığı fotoğraf makinesini tutarak iniyor. Bir otobüs dolusu insanın etrafında toplanmasını sakince bekleyen rehber bey, herkesin geldiğinden emin olduğunda "işte arkamda gördüğünüz yerleşim yeri; meşhur Cumalıkızık" diyor ve Osmanlı'dan günümüze uzanan tarihini anlatırken herkes telefonuna sarılıp fotoğraf çekmeye başlıyor... Bu duruma hayli alışık olduğu belli olan rehber bey, anlatacaklarını ilgisi etraftaki tarihi evlere ve hareketli sokaklara kayan gruba kısa ve hızlıca özetledikten sonra kahvaltı yapacakları tarihi eve doğru yönlendirerek yürüyor... Kahvaltının ardından grup halinde gezdikleri ve bolca fotoğraf çektikleri anıt çınar, camii, hamam, müze, cin aralığı vb. yerleri gö...

Eski bir hikaye...

Evden sinirle çıkmış, söylene söylene kuru yapraklara otlara tekme savurarak yürüyor... Bütün suçlu oymuş gibi sakince arkasından gelen evin köpeği Arap'a "gelme diyorum sana. Git başımdan!" Diye bağırıyor...  Tek suçu onu takip etmek olan zavallı hayvancağız kuyruğunu sallayarak duruyor ve yüzünden anlam çıkarmaya çalışır gibi sahiplerinin büyük oğluna bakıyor. Oysaki her zamanki gibi evden kim çıkarsa onu güvenli tutmak için peşinden gidiyor. Bu asi oğlan niye şimdi ona bağırıyor? Hiç anlamıyor... Çocuk, yerden uzun bir dal parçasını alıp savura savura yürümeye devam ederken Arap da etrafı koklayıp başka şeylerle ilgileniyormuş numarasıyla sahibini geriden takip ediyor... Uçsuz bucaksız başak tarlalarının yanından geçiyorlar. Sapsarı otlar güneşin ışığıyla daha da sararmış ve göz alıcı görünüyor... Mevsim sonbahara çalarken güneş tatlı tatlı ısıtıyor...  Çocuk, öğretmenin soğuk algınlığından dolayı okuldan erken saldılar diye sevinirken, eve gelip hep aynı şeyleri yaşam...

Hamamdaki çay bardakları

Cağoloğlu Hamamı'nın kapısındaki yazıya bakıp emin olmak ister gibi -Her çarşamba saat 10.00-17.00 arası kadınlar günü- diye tekrarlıyor.  Küçük kardeşinin elinden tutmuş buraya annesini aramaya geldiğine hala inanamıyor... Annesinin işi çıktığında Alpay'ı bıraktığı Ayşe abla, okuldan geldiği saati bildiğinden merdivendeki ayak sesini duymuş ve kapıyı açıp  eline annesinin bıraktığı notu sıkıştırırken Alpay'a "ablan geldi" diye seslenmişti. Alpay sevinçle ablasının yanına koşarken Ayşe abla da "pazara gitmem lazım" diyerek aceleyle onlarla birlikte dışarı çıktı. Annesinin "kardeşini de al gel" diye tarif ettiği hamamın kapısında durmuş küçük Alpay'a bakarak, bu kadına bir şeyler olmuş olmalı diye düşünüyor. İnşallah delirmemiştir! Dünyadan habersiz neşeyle etrafı seyreden kardeşini çekiştirerek içeri giriyor. İçerideki görevli üst kattaki odalarda soyunup inmesini söylüyor "yok ben sadece anneme bakıp çıkacağım" dese de laf anlata...

Tamiri olmayan şeyler

"Anlaşıldı. Bu gece uyku yok!.." Dönüp durduğu yataktan uzanıp, yatmadan önce komodinin üzerine bıraktığı bardaktaki suyundan birkaç yudum içiyor. Geçen seferki gibi bardağı devirmemek için dikkatlice yerine koyuyor. Bu saatte kalkıp temizleyecek hiç hali yok doğrusu... Saatin kaç olduğunu öğrenmek için telefonuna bakıyor ekran ışığı gözünü alınca hemen kısıyor. Saat daha iki diye söyleniyor... "Offf... Uyusana!" Oyalanmak için sosyal medyaya bakıyor... Gitarıyla şarkılar söyleyen dalgalı saçlı, temiz yüzlü genç bir çocuğun zalim şarkısının nakaratını söylediği çok kısa bir ana denk geliyor. Tüylerini diken diken eden bu güzel sese hayran olup şarkının tamamını söylediği versiyonunu buluyor. Kulaklığını takıyor. Gece gece komşuları rahatsız etmeyelim, normal insanlar bu saatte uyuyorlar diye düşünüyor...  Sırt üstü uzanıp tavana bakarken kulaklığından yayılan bu duru sesle birlikte bedeninden çok uzaklara gittiğini hissediyor... Hem yarın hiç olmasın hem de bir an ö...

Bir nefeslik durak

Binanın dış kapısında durup evlerinin olduğu kata baktı. Sanki bir asır geçmişti bu eve gelmeyeli... Ailesi geçen sene giriş katta bir ev tutmuş ameliyat sürecini orada geçirmişti. Kapının açılma sesini duyup içeriye adım attığında sağ taraftaki aynaya gözü ilişti, bir yabancıya bakar gibiydi. "Korkma" dedi "geçti... İyisin..." Alabildiği kadar derin bir nefes aldı. Şükretti... Biraz korkuyla yavaşça merdivene yöneldi, ilk katı rahat çıktığını görünce nefesini bırakarak bir ohh dedi içinden... Geçen sene elinde oksijen tüpüyle her adımda dinlenerek yarım saatte zor çıktığı o son dönemi hatırladı. Doktor donör bekleme sürecinde merdiven çıkmayı yasaklamış ailesi giriş kattaki evi o zaman tutmuştu. Bu kadar rahat hareket edebilmesine şaşırarak ikinci kata yöneldi. "Daha 34 yaşında kendine ne yaptın sen böyle?" demişti doktor babacan bir tavırla "hızlı yaşadım doktor bey" diye takılmıştı o haliyle... Yalan da değildi küçük yaştan beri sigara içerdi....

Bilinmeyen bir hayranın mektubu

  "Sana, beni asla tanımamış olan sana" diye yazılmıştı en üste, bir hitap, bir başlık yerine. R. hayretle durdu: Ona mıydı bu, yalnızca düş ürünü bir insana mı yazılmıştı? Ansızın merakı uyanmıştı. Ve okumaya başladı... Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Stefan Zweig Sayın Zweig, bu mektup elinize geçer mi, size ulaşıp okuma merakı uyandırır mı bilmiyorum? Şansımı denemek istedim... Aslında size ve kitaplarınıza aşinalığım oldukça eski ama okuma fırsatını geç elde ettim diyebilirim. Gerçi bana kalırsa hiçbir şey için geç kalınmaz her şey zamanında vuku bulur... Çok az kitabınız kaldı okumadığım, hepsini bitirdiğimde tekrar yazarım... Burada bahsetmek istediğim yukarıda alıntı yaptığım 'Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu' hikayeniz. Bu sizinle tanışmama vesile olan ilk kitap... Yaklaşık 10 yıl önce okuyup çok beğenmiştim. Bu kadar kısa bir hikayenin bu kadar vurucu olmasından ve samimi dilinizden çok etkilenmiştim. Sonra üzerinden hayat geçti. Duygular değişti... Bir çok şey ...

Yıkıntıların üstünde kalanlar...

  "Ancak hayat dediğin nedir ki? Anlaşılmaz bir sır. Kurduğumuz düzen hep böyle sürecek gidecek sanırız. Birden ip kopar, ışık söner, her şey darmadağan olur." Yerle bir olmuş binalardan birinin yıkıntısına bakıp, içlenerek tekrarlıyor bu sözü... Buraya geleli 7 gün olmasına rağmen hala şoku üzerimden atamadım. Verilen görevlendirme doğrultusunda yardım etmeye çalışıyorum. Bu şehre daha iki sene önce bir turla gelmiştim. Sonbahardı. Hava tatlı bir ılıklıktaydı. Habib-i Neccar Camii'ni ziyaret edip meşhur çarşısında künefe yediğimizi, keyifle gezdiğimiz mekanları ve gördüğüm en iyi müzelerden biri olduğunu düşündüğüm Hatay Arkeoloji Müzesi'ni hayranlıkla gezdiğimi dün gibi hatırlıyorum... Dün gibi hatırladığım şehir artık burası değil! O şehir gerçekten var mıydı? Buna inanmakta zorluk çekiyorum. Bir film stüdyosunda dünyanın sonuna doğru yürüyor gibiyim... Hava buz gibi! İnsanlar ev kıyafetleriyle sokakta, evlerinin yıkıntısından ayrılmadan yardım bekliyor... Maskesiz...

Pamuk Hanım'ın hazinesi

En kıymetli hazinesi kucağında, sevgiyle ve ilk kez görüyormuş gibi bir ilgiyle tek tek bakıyor fotoğraflara... Hani şu bütün ailenin; söz, nişan, düğün fotoğraflarının büyütülmüş haliyle konulduğu eski tip, büyük albümler var ya işte ondan... Kendimi bildim bileli var bu albüm ve tek başına ellemek hep yasaktı. İlla anneannem de yanımızda olacak... Gizlice bakıp yerine koyarsak hemen fark eder bir güzel azarı yerdik. Onun karşısındaki ikili koltukta ayaklarımı uzatmış, daha ben doğmadan önce tığla ördüğü rengarenk kareli battaniyeyi üzerime çekmiş, telefona bakıyormuş gibi yapıp onu seyrediyorum. Bunu hep yaparım. Arada fark eder "yine beni mi izliyorsun bakayım sen?" Der ve ben her seferinde inkar ederim. İnandığını hiç sanmıyorum ama o da gülümseyip, inanmış gibi yapıp işine döner. O benim kıymetlim. Çocukluğumun kurtarıcısı... Okulun bitip, tatilin başlamasını iple çektiğim, beni her gördüğünde o şefkatli sarılmasıyla huzur bulduğum Pamuk hanım... "Senin adını niye P...