Son zamanlarda iyice rutinleşmiş olan balkondaki yerime oturmuş, bahçedeki mandalina ağacını seyrediyorum. Meyveleri iyice o davetkar sarı rengine büründü. Eskiden olsa koşarak yanına gider, daha eve getirmeden iki üç tanesini dalından koparmanın zevkiyle mideye indirirdim. Şimdiyse hiç canım istemiyor.
Babamın, fideyi bahçeye diktiği günü dün gibi hatırlıyorum. Büyümüş mü? diye her gün balkona çıkıp kontrol edişimi, boyum yetişmediği için onun koparıp bana uzattığı ilk mandalinayı nasıl coşkun bir sevinçle yediğimi de. İçimdeki özlem, mandalinanın tatlı-ekşi tadına karışıyor. Bir uçak sesine kafamı kaldırıyorum, gitmeyeceğimi bile bile, "Uzaklara mı gitsem?" diye düşünüyorum. Uçak geçiyor, ben babamın hatırası ağaca bakmaya devam ediyorum.
Tatlı bir sonbahar serinliği teğet geçiyor, ürperiyorum. Annemin balkon için bıraktığı şalı alıp sarınıyorum. İşte bu koku! Bütün kokulardan baskın geliyor. "Tarihi parfümünü değiştirmemek için direnen tek insan olabilir," diye düşünüyorum. Tam o sırada yeşil ve sarı renklerin arasında hareket eden yeşil bir şey gözüme çarpıyor. O ne diye dikkatle bakarken, bir muhabbet kuşu olduğunu görüyorum. Onu ürkütmemek için bir an nefesimi tuttuğumu fark ediyor ve sakince bırakıyorum.
O sırada, salonun balkon kapısı gürültüyle açılıyor ve kuzenim içinde kahve fincanları, su bardakları, eski bir kitap ve annemin meşhur çikolata toplarının olduğu bir tepsiyle kocaman gülümseyerek yanıma geliyor. Tepsiyi masaya bırakıp, kapıyı kapatmak için dönerken yüksek sesle, "Duyduğuma göre, yine tahtında tembel tembel oturuyormuşsun," diyor. Kaş göz işareti yaparak, içeriyi yani annemi gösteriyor. Gülümsüyorum. Telaşla ağaca bakıyorum. Kuş gitmiş! İstemsizce suratım asılıyor. Kuzenim, "Ne oldu?" der gibi yüzüme bakıyor, "Az önce ağaçta yeşil bir muhabbet kuşu vardı," diyorum. "Gitmiş," "Gözlerim gibi yani" diyor. Aklım muhabbet kuşunda "Ne gibi?" diye soruyorum, "Diyorum ki, gözlerim gibi tatlı bir renk yani, üfff! Bir şeyi de tek seferde anlasan, kendimi Türkçe açıklamalı sözlük gibi hissediyorum," diyor kızmış numarası yaparak. "Tamam, Tamam,” diyorum gülerek, “Kusura bakma!"
Bu neşeli hallerini, her şeyde bir anlam arayışını ve ona takılmayı seviyorum. Varlığı, ruhumda biriken kasvetli tortuyu süpürüyor sanki. Ben bunları düşünüp kendisine minnet duyarken, o, "Kahveni soğutma bakayım," diyerek tepsideki kitabı alıp karıştırmaya başlıyor. Eski olduğu her halinden belli olan kitaba bakıp "O nereden çıktı?" diyorum. Kahveden bir yudum almamla suratımın aldığı şekle gülme sırası ona geçiyor. "Elinin ayarı yok senin! Bu kadar şeker koyulur mu hiç kahveye?" diye söyleniyorum. Bir elinde kitap, diğer eliyle bütün ortamı göstererek, "Aman ağzımız tatlansın biraz, yeter bu kadar kasvet! Bu arada teyzemin okuyup sakladığı, Fi tarihinden kalma bir kitabını buldum. Üstelik altını çizdiği cümleler var,” müsamereye hazırlanmış küçük bir kız çocuğu gibi, “Çok heyecanlı. Okuyorum, hazır mısın?" diyor. Çocukken kıskançlıktan pırasa diye dalga geçtiğim uzun ve dümdüz saçlarını havalı bir şekilde arkaya atıyor ve son derece ciddi bir tavırla "Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır." diyor. Okuduğu cümlenin ciddiyetini taşıyan bir havayla, işaret parmağını çenesinde tutarak düşünür gibi yapıp, uzaklara bakıyor. Bu hali komik geliyor, gülüyorum o da gülüyor ve bir süre neşelenmek iyi geliyor. “Demek ki Fi tarihinde, annem için ‘Secret’ kitabı buymuş,” diyorum hala gülerek, "Bu pozitif bakış açımı, teyzemden almış olmam kaç puan peki?" diyor kıkırdayarak, güvenli bir neşe çemberinin içinde olmanın verdiği rahatlıkla, "On puan," diyorum. Kahvelerimizi içiyor ve bir süre sessizce oturuyoruz. “Senin için üzülüyor,” diyor, “Biliyorum” diyorum, “Devam etmen gerektiğini de biliyor olmalısın.” diyor bir şey hatırlatmak ister gibi, uzun zamandır kendimi çok güçsüz hissettiğimi itiraf ederek, “Evet. Sadece o gücü nasıl bulacağımı bilmiyorum,” diyorum, “Haftalardır evden, hatta bu balkondan çıkmadın. Küçük bir adımla başla, gerisi gelir,” diyor kaybettiğim gücü geri vermek ister gibi. Cevap vermiyorum ama onun beni anladığını biliyorum. Yerinden kalkıp yanıma geliyor, eğilerek omzuma sıkıca sarılıyor ve benim baktığım yöne doğru kafasını çeviriyor. Sonbaharın tatlı-serin havasında, gözümden dökülen yaşların, yüzümde yanardağ lavları gibi yakarak yol almasına izin veriyorum. O, bana göstermeden yüzünü elinin tersiyle siliyor ama burnunu çekişini gizleyemiyor. Islak yanağıma bir öpücük konduruyor ve tekrar doğrularak, tepsiye boş fincanları, bardakları ve ikimizin de yemediği çikolata toplarını yerleştiriyor. Tek kelime etmeden, salonun kapısını açıp odaya giriyor. Annemin şalına ve kokusuna sarınmış halde biraz daha oturuyorum. Yeşil muhabbet kuşunun, bildiği bir ağaca gelip güvenle konmasını izliyorum. “Ona gülümseyerek, "Hoş geldin," diyorum. Kuzenimin özellikle masada bıraktığını bildiğim kitabı elime alıyorum, üstünde "Küçük Şeyler..." yazıyor. "Küçük şeyler... Küçük şeyler..." diye tekrar ederek yerimden yavaşça kalkıp, salonun kapısını açarak anneme sesleniyorum, "Annee... Benimle yürüyüş yapmaya gelmek ister misin?"
İnstagram adreslerim:
Yorumlar
Yorum Gönder