Ana içeriğe atla

Joko; sırtımızdaki yükler…

Bazı oyunları izlemekle izlemiş olmuyorsunuz. Oyundan çıkınca, hatta ertesi gün bile etkisini sürdürüyor izlemek...

Araştırıyorsunuz... Araştırırken benzer şeylere bakıyor, işte bu da tam böyle diyeceğiniz şeylerle karşılaşıp, izliyor, okuyor, paylaşıyorsunuz... Toplumsal hayata, süregelen yaşamlarımıza, bugünümüze, değişmeyen kaderimize ve belki de yarınımıza benzetmeler yapıp, çıkarımlarda bulunuyorsunuz... Bazı  oyunları izlemekle izlemiş olmuyorsunuz. O oyun, o metin, geliyor sizin yüzünüze bütün çıplaklığıyla gerçekleri vuruyor ve bir kez daha farkındalık boyutunda yaşamaya devam ediyorsunuz...

Yolcu Tiyatro'nun bu sezon sahnelediği "Joko'nun Doğum Günü" işte tam da bahsettiğim tarzda bir oyun...

Su deposunda işçilik yapan Joko'nun bir sabah sırtına binerek kendisini parayla taşımasını teklif eden bir adama karşı direnmesi ile başlayan daha sonra depodaki arkadaşlarının da etkisi ve fazla para kazanma hevesiyle başladığı insan taşıma işinde, kongre üyeleri olarak geçen üç müşteri ve Joko arasında kurulan garip bağ, onları tuhaf durumlara sürüklüyor...

Sistemin, insan bedenini ve aklını kontrol altına alma hırsını, güçlü-güçsüz, ezen-ezilen, efendi-köle ilişkilerinden yola çıkarak ciddi bir kapitalizm eleştirisi yapan oyun, bunu absürt bir şekilde yaparak seyirciye iyi bir kara mizah örneği sunuyor...

"Güçlüler güçsüzleri taşır, bu merhametli bir durumdur" diyerek ezilmişliği, bir güç gibi algılatmaya çalışan asıl güçlüler ile buna inanmaya gönüllü Joko gibi ezilen insanların "Hep değişik insanlarla tanışabileceğim bir işte çalışmak istemiştim. Artık özgürüm, istediğim her yoldan gidebilirim" diyerek sırtında taşıdığı insanlara bir anlam yüklemeye çalışması...

Oyunun bir yerinde Joko, sırtında taşıdığı kongre üyesine "Sizleri taşımaya başladığımdan beri yere bakıyorum hep, daha önceleri göğe bakardım" diyor... İşte bence bütün oyun bu cümlenin içinde gizli...

Oyunun yazarı, Fransız sanat hayatının önde gelen isimlerinden biri olan Roland Topor, aynı zamanda ressam, şair, yazar, film yapımcısı ve yönetmenlik gibi bir çok yeteneğe sahip olan Topar, oyunlarında kara mizah tarzını kullanmış, yazdığı, uyarladığı oyunlar absürd tarzın en önemli eserleri arasında yerlerini almış. Yazar yapıtlarında sürreal yaklaşımı ile dikkat çekmiştir.

Sırası gelmişken, inanılmaz bir bedensel performansın yaşandığı oyunu sahnelemeye cesaret ettikleri için "Yolcu Tiyatro"yu gönülden kutluyorum. 2012 yılında kurulan tiyatro başladıkları andan itibaren zor oyunların altından başarıyla kalkarak bu yolda sağlam bir şekilde ilerlediklerini her geçen sezon kanıtlamaya devam ediyor…

Roland Topar'ın alaycı olduğu kadar düşündüren ve en önemlisi tedirgin edici metinini, güzel türkçesiyle çeviren Mine G. Kırıkkanat'a, projection mapping teknolojisi ile yüksek performans gerektiren hareket tasarımını birleştirerek ortaya güzel bir oyun çıkaran "Tiyatro Yolcu" ekibinden yönetmen Ersin Umut Güler ve insanüstü bir performans gösteren, bizim izlerken yorulduğumuz bu performansta hiç geri düşmeden rollerini başarıyla sürdüren başta Joko'yu oynayan Tolga İskit olmak üzere Ayşe Tunaboylu, Cenk Dost Verdi, Efe Ünal, Merve Dağlı, Yasemin Ertorun, Burak Üzen, Sercan Dede'yi gönülden kutluyor, alkışınız bol olsun diyorum.

Nefes nefese bir oyun izleyip, yaşadığımız hayatın, sorumlulukların aslında hepimizi bir şekilde zaman zaman joko'ya çevirdiği bu sistemi sahnede farklı bir algıda izlemek isterseniz "Joko'nun Doğum Günü"nü kaçırmayın.



İnstagram adreslerim: 

Sevil Özdemir

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kan bağı olmayan kız kardeşler...

Kız kardeş candır, kandır, dosttur...  Bir de kan bağı olmadan kardeş bildiklerin vardır. Onlarla öyle şeyler yaşar ve paylaşırsın ki fark etmeden aile olursun... Beraber büyürsün, öğrenirsin, dinlersin, akıl verirsin, sevinirsin, üzülürsün... Kimseyle paylaşmadıklarını paylaşır, kimseye anlatılmayanların seninle paylaşıldığını bilirsin. Zaman önce güvenmeyi, sonra güvenine en sadık kalanların kız kardeşler olduğunu öğretir... Sonsuz bir güvenle sırtını yaslarsın. Bilirsin ki kardeş candır, candan zarar gelmez... Sonra aile genişler, evlenip çoluk çocuğa karışılır... Görünce gözlerinin ışıldadığı, görmediğinde içini sızlatan yeğenler doğar, sevgiyle büyürler... Aile büyüdükçe paylaşımlar artar, bağlar derinleşir... Bir sıkıntın olsa bilirsin ki kimse yoksa onlar var. Bu duyguyu dünyalara değişmezsin... Çünkü, bu dünyanın en güven verici şeyidir... Onların karşına çıkması tesadüf değildir. Bunu hep bilirsin... Kız kardeşler kandır, candır, varlığına hep şükredilenlerdir... K...

"Ömrüm" bir Cem Karaca öyküsü...

"Bazı şeyler eskimez. Eskiyenlerin yanında yepyeni durur. Süslü püslü yalan yanında çırılçıplak gerçeğin ta kendisidir bazı insanlar. Bkz. Cem Karaca" yazmış sevenlerinden biri Youtube' daki şarkılarından birinin yorum kısmına...  Ne güzel bir tespit diye düşündüm ilk okuduğumda... Bir sanatçıya söylenebilecek en güzel sözler değil mi sizce de? Cem Karaca'yı oldum olası sevmişimdir. Duruşunu, hakkında söylenen onca söze rağmen bildiğini yapmaktan vazgeçmeyişini, sanatını, dünyanın değiştiği gibi kendisinin de değişebilmesini tabi ki en çok yorumculuğunu...  Burada Cem Karaca'yı anlatmaya kalksam buna bilgim yetmez, benim bahsedeceğim bu hafta sonu izlediğim bir gösteri hakkında...  Doğumundan ölümüne dek, eserlerinden örneklerle hayatının konu alındığı "Bir Cem Karaca Öyküsü" olarak tanımlanan "Ömrüm" isimli tek kişilik müzikli gösteri... Oyuncu ve Müzisyen Renan Bilek 'in müzikteki ustam dediği Cem Karaca ’yla çalıştığı dönemdeki anı...

İçimdeki Yaz

  Zamanda yapacağı yolculuktan habersiz, elindeki kitabı dikkatle inceliyor ve "En az on beş sene olmuştur," diye tahmin yürütüyor. Okuduğunu pek hatırlayamıyor ama belli ki onun kitabı, hep yaptığı gibi ilk sayfasına tarih atıp bir de not yazmış. İşte tam düşündüğü gibi, on beş sene öncesinin tarihi. Üniversiteye hazırlandığı sene. "Peruş'un hediyesi" diye de not düşmüş. Hafif bir esintiyle irkilip, yan sandalyedeki şala uzanıyor, burnuna gelen melisa kokusuyla mest olurken bakışlarını balkonun en ucundaki büyük, yeşil saksının içinde, narin bir genç kız gibi süzülen melisaya çevirip "Ahh! Melisa, sakın kokunu sadece rüzgara bırakma," diye tembihliyor ve havada kalan ferahlatıcı kokuyu içine çekiyor. Şalın yumuşak sıcaklığına sarınıp, bir yandan kahvesini yudumlarken karıştırdığı kitabın içinde bir fotoğraf buluyor. Üç kişi var fotoğrafta, ikisinin yüzü kalemle karalanmış. "Kıskanç Serap" diye azarlıyor on beş sene önceki hâlini. Fotoğraftak...