Ana içeriğe atla

Saraybosna (Sarajevo) gezisinden izlenimlerim...



Modern Savaş Tarihi'nin en uzun kuşatmasına sahne olan Saraybosna (Sarajevo) hafızamda acıların şehri olarak yer etmiş... Çocukluğumdan kalma bir aşinalığım var acılarına... 

Gelelim gezimizin ayrıntılarına... Yeğenim Gülçin ile çok önceden planladığımız bir geziydi Saraybosna ve Mostar seyahati. Nisan ayında güzel olacağını düşündük ama gitmeyi düşünenleriniz varsa bence Mayıs'ta çok daha güzel olabilir... İlk gün değil ama ikinci gün soğuk ve yağmura yakalandık... Gerçi hava koşulları bizim gibi her köşesini karış karış gezmeye niyetlenmiş iki kafadarı yıldıramadı o ayrı...

Saraybosna'da Türk vatandaşlarına vize uygulaması yok ama siz yine de yanınızda dönüş biletinizi bulundurun. Bize sormadılar ancak sorduklarında ülkeden ne zaman çıkış yapacağınızı ibraz edemezseniz ülkeye girmenize izin vermiyorlarmış aklınızda olsun! Uçaktan indiğimizde İstanbul'dan farklı bir havayla karşılaşmadık. Bulutlu ama ılıman bir havaydı ki fotoğraf çekmeyi seven biri olarak bulutlu havaları severim diye bir dipnot düşeyim...

Daha önce okuduğumuz yazılarda, havaalanından otobüs ya da trenle şehre gidebilirsiniz denmesine rağmen havaalanında sadece taksiyle gidebileceğimizi öğrendik. Kaderimize boyun eğip dışarı çıktığımızda, oldukça lüks (mercedes) taksilerin ve bakımlı, temiz taksicilerin arasında bulduk kendimizi... 

Bizim taksicimiz "Baba" filminden fırlamış gibi, beyaz papuçlu, beyaz gömlekli, şık, bakımlı, güler yüzlü, kibar biriydi... Otelin adresini verdik ve yola koyulduk. Sempatik taksicimizin ara ara muhabbete katılmasıyla devam eden yolculuğumuz yaklaşık 15-20 dakika sürdü. Şehrin içine yaklaştıkça savaşın yaralarını taşıyan binalarla da karşılaşmaya başladık... Sayılamayacak kadar savaş izi taşıyan binaların, el değmemiş olması hatırasını hep taze tutuyor olmalı... Hayatın içinde, bunca yıl sonra yaşam akıp giderken savaşı görmemiş genç nesli bizim kadar etkiliyor mudur acaba o binalardaki izler?..

Centilmen taksicimizle, bizi otelin önüne kadar getirip çantalarımıza yardım ettikten sonra vedalaşıyoruz. Taksiye ödediğimiz rakam hatırladığım kadarıyla 30 KM ( 2 KM = 1 EUR - 1 KM = 1.5 TL ) Bu arada bu KM'leri nereden alırım diye düşünmeyin. Havaalanında ve şehrin içinde ATM'ler para değişimi yapıyor, ayrıca şehrin içinde döviz büroları da mevcut.

Otelimizin şehrin merkezi Başçarşı'ya 5 dakika yürüme mesafesi... Bunun dışında güler yüzlü çalışanları, temiz, hijyen kokan odaları, keyifli kahvaltıları ve gayet cazip fiyatıyla "Stari Grad" bizden tam not aldı. Aklınızda olsun.


Odamıza yerleşip, fotoğraf makinalarımızı alarak kendimizi dışarı attık ve Başçarşı'yı dolaştık... Meşhur Boşnak böreklerinin (bürek) satıldığı bir sürü dükkan arasında en meşhurlarından biri olan "Bosna" börekçisini bulup oturduk ve bütün çeşitlerinden bir karışım yaparak afiyetle yedik. Pişman mıyız? Tabii ki hayır, yine olsa yine yaparız...

Bu arada okuduğumuz bloglarda tavsiye edilen iki börekçi (bürek) var. Biri bizim ilk gün gittiğimiz "Bosna" diğeri "Sac" bizim ikinci gün yediğimiz yer "Sac"dı ve kesinlikle çok daha iyiydi aklınızda olsun. Oldukça doyurucu porsiyonları olan bürekin kilosu 8 KM civarı...

Karnımız doyduktan sonra Başçarşı'yı dolaştık. Başçarşı nasıl bir yer diye merak ettiyseniz Osmanlı döneminden kalan en önemli mimari yapıların bir arada olduğu, küçük küçük dükkanlardan oluşan bir sürü sokak diyebilirim. Bizim kapalı çarşının sokaklara yayıldığını düşünün... 

Geleneksel el sanatları dükkanları, köfteciler, kuyumcular, kafelerle dolu Başçarşı, insana Safranbolu ve benzeri Osmanlı şehirlerini anımsatıyor, hiç yabancılık çekmiyorsunuz. İlk önce bu kadar mı? Ne kadar küçük bir yermiş gibi düşünseniz de dolaşmaya, şehrin alt taraflarına gidince hiç de öyle olmadığını daha iyi anlıyorsunuz...

Başçarşı'dan aşağıya doğru yürürken... Sokağın sonunda "İsa'nın Kalbi" adlı Katolik Katedrali karşınıza çıkıyor.


İnşası 1889 yılında tamamlanan "İsa'nın Kalbi" adlı Katolik Katedrali savaştan ufak tefek yaralarla kurtulmuş. Katedralin önündeki geniş alan insanların buluşma noktası konumunda... Bu alan benim de en sevdiğim yerlerden biri oldu. Katedralin önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni izlemek, sakinlik bana huzur verdi...


Saraybosna Gülü; Havan topu patlamasının betona bıraktığı izleri kırmızıya boyayan halk bu şekillere Saraybosna Gülü adını vermiş...

Katedrali geçince karşımıza 2. Dünya Savaşı'nda ölen sivil ve askerlerin anısına sonsuza dek yanacak ateş (sonsuz ateş) anıtı çıkıyor... Yine bir işgal sonrasında 6 Nisan 1946 günü açılan ve hiç sönmeyen ateşin varlığını biliyor ve gezi planıma eklemiştim ama hiç ummadığım bir anda karşıma çıkması beni çok etkiledi...



Satranç oynayan amcalar... Bizim gibi kahve kültürü yok anlaşılan...

Bilmeden bir rekor denemesine tanık olmuşuz. O gün "Dünyanın En Büyük Begova Çorbası" yapılmış. Tabii biz sonradan öğrendik...

Yola devam edip alt caddeye indiğimizde, karşımızda kocaman bir park gördük ve içinde yürümeye başlayınca ilk kez orada farkına vardığım ve sonra her yerde karşımıza çıkan mezarlarla karşılaştık... 

Eski, yeni... O kadar çok ki inanamazsınız... Özellikle de ölüm tarihlerinin 1992-1995 tarihleri arasında olduğunu görmek çok acı...



Parkın içinde Çocuk Mezar Anıtı'nı gördük. Silindirlerden oluşan bu anıt, demirden yapılmış ve üzerinde savaş sırasında ölen 1600 çocuktan 520 tanesinin ismi yazılmış... Silindirler dönebiliyor ve döndürdüğünüzde insanın içini acıtan, çıngırak sesine benzer bir zil sesi duyuluyor...



Anıtın hemen yakınında yeşil iki cam figürden oluşan (savaşta çocuklarını korumaya çalışan anneler) ve minik ayak izlerinin olduğu bir havuz var. Konusunu bildiğim ama görünce daha da çarpan bir havuz bu... İçindeki minik ayak izleri savaşta ölen çocukların arkadaşlarına ait...

Parktan hep bunalım fotoğraflar paylaşmayalım. Yaşayan, güzel bir park...



Parktan çıkıp yürüyünce şehri ikiye bölen Miljacka nehrine ulaşıyoruz ve işte burada medeniyetlerin izlerini daha iyi görüyoruz... Avusturya-Maceristan döneminden kalma gösterişli binalar ve Osmanlı dönemine damgasını vuran yapılar arasında yürüyoruz... Pırıl pırıl akan nehrin kenarlarına kurulmuş bir kafede mola veriyoruz...




 İşte meşhur Latin Köprüsü...

Bu kadar yürüme ve yorgunluğun üstüne, akşam yemeğimizi eski Galatasaraylı Tarık Hodzic'in "Galatasaray" isimli "Cevapcici"sinda yiyoruz. 

"Cevapi" aslında bir çeşit pideli köfte ama pide köftenin yanında geliyor ve soğan artı kaymakla servis yapılıyor...

Böyle bir köfte yemediğinizi düşündürecek kadar başarılı bir yemek. Açıkçası benim "Bürek"ten daha favori yemeğim oldu. Doyurucu bir porsiyon fiyatı 8 KM civarı, Başçarşı içinde hemen her mekanda Cevapi yiyebilirsiniz, gerçi bizim ikinci gün gittiğimiz ve gidene kadar bol bol yediğimiz Cevapcici "Petica" favori mekanımız oldu.

2. gün yağmurlu bir güne uyanıyoruz ama tabii ki pes etmiyoruz!

Şehrin tepesindeki Beyaz Kale'yi ziyaret etmek istiyoruz ve tarif edilen yoldan gidiyor, nehrin sonundaki yokuşu çıkarak hedefimize ulaşıyoruz ama kalenin askeriye tarafından kullanıldığını ve içeri girmenin yasak olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğrasak da bozulmuyoruz, biraz ilerideki seyir terasına gidip bol bol fotoğraf çekip şehri yukarıdan izliyoruz...

Başçarşı'ya geri dönüp, bir gün önce giremediğimiz kilise ve camileri ziyaret etmeye karar veriyoruz...

Bu arada dikkatimi çeken başka bir şey, Saraybosna'da ibadethaneler ibadet saatinde açılıyor. Diğer zamanlarda kafana göre ziyaret edemiyorsun. Hatta en meşhur camisi "Gazi Hüsrev Bey Cami"sine zar zor girdik o da belli bir yere kadar... Yerde serili deri kumaşın üzerindeki alanda duruyorsun, caminin içini dolaşamıyorsun, alışık olmadığımız için bize tuhaf geldi...

Yağmurlu havada Tunel Spasa'yı (umut tüneli) ziyarete karar veriyoruz ve aldığımız tarif üzerine Başçarşı'daki tramvay durağından 3 numaralı tramvaya binip, son durakta (Ilıca) inip, buradan taksiyle tünele gidiyoruz (başka bir ulaşım yok) taksi 5 KM tutuyor.  Dönüşte müzenin otoparkından taksi çağırmak için yardım alabilirsiniz. Müzeye giriş 10 KM, şöyle bir dolaşıp çıkarım diye düşünmeyin tam anlamıyla dolaşmak yaklaşık iki saatinizi alacaktır benden söylemesi...

1993 yılında yaklaşık 4 ay gibi kısa bir sürede tamamlanan Saraybosna Tüneli / Umut Tüneli şehre yardım gelmesine olanak sağlamıştır. Bu tünelin Saraybosna'yı kurtardığı söyleniyor.  Havaalanı ile bağlantı kuran tünel, gerçekten insan üstü çabayla kısa sürede ve içinden raylı sistem çalışacak ve 1.60 boyunda iki insan yan yana geçecek şekilde yapılmış... 

Tüneli ziyaret etmeden önce yarım saatlik bir video izletiyorlar ve o görüntülerde o ana kadar unuttuğunuz, yok canım o kadar da değildir diye düşündüğünüz her şey yüzünüze çarpıyor... Şehrin nasıl kuşatma altında olduğu, anlamsızca her dakika, her yere, her binaya nasıl bombalar atıldığı, insanların çaresizliği ve bu kadar umutsuzluğun içinde herkese umut olan tünelin yapım aşaması, tünelin evinin içinden geçmesine izin veren yaşlı teyzenin, tüneli kazarken yorulan insanlara onların çıkışını bekleyip elinde bir bidon su ve bardakla su ikram ettiği görüntüler... Ve bu görüntülere sessiz kalan dünyalılar...

Akşam üzeri Başçarşı'ya dönüyoruz ve iki günün yorgunluğunu güzel kafelerden birinde keyif yaparak atıyoruz. 

Bu arada kafelerin hepsi güzel... Her yerde karşınıza çıkan çeşit çeşit tatlıcılarda bol bol kalori alabilirsiniz. Biz en çok meydandaki "Aksaraj" kafeyi beğendik. Aklınızda olsun, keyifli bir mekan...

3. gün Mostar'ı ziyaret ediyoruz.

Bosna Hersek ile ilgili diğer yazılarım:

İtiraf ediyorum;
 Saraybosna'da son günümüzü alışveriş ve kafelerde keyif yaparak ve gitmeden bol bol yemek yiyerek geçirdik.

Bizim 3 gece 4 günlük seyahatimiz çok keyifliydi ama zaman sorununuz varsa 2 gece 3 gün de fazlasıyla yeter... 

Vize sorunu olmayan, bir kaç ay önce alacağınız uçak biletleriyle çok uyguna getirebileceğiniz bu seyahat fırsatını kaçırmayın derim...

Not: Fotoğraflar şahsıma aittir.

İnstagram adreslerim: 

Sevil Özdemir




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kan bağı olmayan kız kardeşler...

Kız kardeş candır, kandır, dosttur...  Bir de kan bağı olmadan kardeş bildiklerin vardır. Onlarla öyle şeyler yaşar ve paylaşırsın ki fark etmeden aile olursun... Beraber büyürsün, öğrenirsin, dinlersin, akıl verirsin, sevinirsin, üzülürsün... Kimseyle paylaşmadıklarını paylaşır, kimseye anlatılmayanların seninle paylaşıldığını bilirsin. Zaman önce güvenmeyi, sonra güvenine en sadık kalanların kız kardeşler olduğunu öğretir... Sonsuz bir güvenle sırtını yaslarsın. Bilirsin ki kardeş candır, candan zarar gelmez... Sonra aile genişler, evlenip çoluk çocuğa karışılır... Görünce gözlerinin ışıldadığı, görmediğinde içini sızlatan yeğenler doğar, sevgiyle büyürler... Aile büyüdükçe paylaşımlar artar, bağlar derinleşir... Bir sıkıntın olsa bilirsin ki kimse yoksa onlar var. Bu duyguyu dünyalara değişmezsin... Çünkü, bu dünyanın en güven verici şeyidir... Onların karşına çıkması tesadüf değildir. Bunu hep bilirsin... Kız kardeşler kandır, candır, varlığına hep şükredilenlerdir... K...

"Ömrüm" bir Cem Karaca öyküsü...

"Bazı şeyler eskimez. Eskiyenlerin yanında yepyeni durur. Süslü püslü yalan yanında çırılçıplak gerçeğin ta kendisidir bazı insanlar. Bkz. Cem Karaca" yazmış sevenlerinden biri Youtube' daki şarkılarından birinin yorum kısmına...  Ne güzel bir tespit diye düşündüm ilk okuduğumda... Bir sanatçıya söylenebilecek en güzel sözler değil mi sizce de? Cem Karaca'yı oldum olası sevmişimdir. Duruşunu, hakkında söylenen onca söze rağmen bildiğini yapmaktan vazgeçmeyişini, sanatını, dünyanın değiştiği gibi kendisinin de değişebilmesini tabi ki en çok yorumculuğunu...  Burada Cem Karaca'yı anlatmaya kalksam buna bilgim yetmez, benim bahsedeceğim bu hafta sonu izlediğim bir gösteri hakkında...  Doğumundan ölümüne dek, eserlerinden örneklerle hayatının konu alındığı "Bir Cem Karaca Öyküsü" olarak tanımlanan "Ömrüm" isimli tek kişilik müzikli gösteri... Oyuncu ve Müzisyen Renan Bilek 'in müzikteki ustam dediği Cem Karaca ’yla çalıştığı dönemdeki anı...

İçimdeki Yaz

  Zamanda yapacağı yolculuktan habersiz, elindeki kitabı dikkatle inceliyor ve "En az on beş sene olmuştur," diye tahmin yürütüyor. Okuduğunu pek hatırlayamıyor ama belli ki onun kitabı, hep yaptığı gibi ilk sayfasına tarih atıp bir de not yazmış. İşte tam düşündüğü gibi, on beş sene öncesinin tarihi. Üniversiteye hazırlandığı sene. "Peruş'un hediyesi" diye de not düşmüş. Hafif bir esintiyle irkilip, yan sandalyedeki şala uzanıyor, burnuna gelen melisa kokusuyla mest olurken bakışlarını balkonun en ucundaki büyük, yeşil saksının içinde, narin bir genç kız gibi süzülen melisaya çevirip "Ahh! Melisa, sakın kokunu sadece rüzgara bırakma," diye tembihliyor ve havada kalan ferahlatıcı kokuyu içine çekiyor. Şalın yumuşak sıcaklığına sarınıp, bir yandan kahvesini yudumlarken karıştırdığı kitabın içinde bir fotoğraf buluyor. Üç kişi var fotoğrafta, ikisinin yüzü kalemle karalanmış. "Kıskanç Serap" diye azarlıyor on beş sene önceki hâlini. Fotoğraftak...