Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Babamın hırkası

Meltem, ustaca bir hareketle kahve tepsisini tek eliyle tutarken, diğer eliyle mutfak kapısını kapatıyor. Yürüyüşündeki sakinlik, evin her köşesine yayılarak bana doğru geliyor. Kısa bir an yüzündeki anlayışlı tebessümün içimi ferahlatmasına izin veriyorum. Elindeki tepsiyi benim uzandığım koltuğun yanındaki sehpaya bırakıyor. Sehpayı bana biraz daha yaklaştırıp kendi fincanını alarak, karşımdaki tek kişilik koltuğa oturuyor.  Gözüm, Meltem'in eve girer girmez açtığı balkondan gelen esintiyle hareket eden tüle takılıyor. Açık gri tül, havalanıyor. Havalanıyor. Sönüyor... Dışarıdan gelen kuş sesleri sanki baharı müjdeliyor ama onları duymazdan geliyorum. Uzun zaman karanlıkta kalmış da ışıkla ilk kez karşılaşmanın verdiği o kör edici his gibi, balkondan gelen temiz hava ciğerlerimi zorluyor. Televizyon ünitesinin üzerindeki toz tabakasına hızlı bir bakış atıp, onun önündeki şövaleye ve büyük ihtimalle yarım kalan resimler arasına girecek olan gün batımı tablosuna bakıyorum. Sadece b...

İçimdeki Yaz

  Zamanda yapacağı yolculuktan habersiz, elindeki kitabı dikkatle inceliyor ve "En az on beş sene olmuştur," diye tahmin yürütüyor. Okuduğunu pek hatırlayamıyor ama belli ki onun kitabı, hep yaptığı gibi ilk sayfasına tarih atıp bir de not yazmış. İşte tam düşündüğü gibi, on beş sene öncesinin tarihi. Üniversiteye hazırlandığı sene. "Peruş'un hediyesi" diye de not düşmüş. Hafif bir esintiyle irkilip, yan sandalyedeki şala uzanıyor, burnuna gelen melisa kokusuyla mest olurken bakışlarını balkonun en ucundaki büyük, yeşil saksının içinde, narin bir genç kız gibi süzülen melisaya çevirip "Ahh! Melisa, sakın kokunu sadece rüzgara bırakma," diye tembihliyor ve havada kalan ferahlatıcı kokuyu içine çekiyor. Şalın yumuşak sıcaklığına sarınıp, bir yandan kahvesini yudumlarken karıştırdığı kitabın içinde bir fotoğraf buluyor. Üç kişi var fotoğrafta, ikisinin yüzü kalemle karalanmış. "Kıskanç Serap" diye azarlıyor on beş sene önceki hâlini. Fotoğraftak...

Kökleşen Acılar

  "Neden, geçmek bilmeyen bir acıya sahibim?" diye sorduğunda, psikoloğu, "İyileşmek; dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru gerçekleşir," demişti, oysa boşandıktan sonra, bunun geçmesi için her şeyi denemişti. Ayrıca bu ortak kararlarıydı, ortada öyle kaotik bir durum da yoktu. Kendini akarsuya bırakır gibi sosyal çevresinin genişliğine bırakmış; akşam yemekleri, partiler, flörtler, alışveriş çılgınlığı, sinema günleri hatta bir keresinde annesinin altın gününe bile katılmıştı ki bu büyük bir hataydı, kabul ediyordu. Neredeyse hiç yalnız kalmamış, taşındığından beri tam olarak yerleşmeye bile fırsat bulamamıştı. Anlamıyordu... Herkes onu iltifat yağmuruna tutuyor, harika göründüğünden, bu kadar çabuk toparlamasına hayranlık duyduklarından bahsediyorlardı. Ona göre toparlanacak bir şey yoktu ki, sadece hayatına devam ediyordu. Yakın arkadaşı Sibel pek böyle düşünmüyordu gerçi ve bunu birkaç kez söylemeye çalışmış ama o dalgaya alıp kızı susturmuştu. "...

Oyun sevdası

Kızı içeriden "Anneee! Sarı bluzumu bulamıyorum" diye sesleniyor. Suna, elindeki telefondan gözünü ayırmadan "Kirli sepetinde olabilir" diye karşılık veriyor. Bu aşamayı geçerse işi kolaylaşacak, hiç bu kadar ilerlememişti. Nazlı, bir hışımla salona girip, buruşuk bluzu annesinin yüzüne doğru sallayarak "Anne yaaa! Daha iki gün önce sana kızlarla buluştuğumuzda bunu giyeceğimi söyledim ve yıkamanı rica ettim. Sen de tamam demedin mi?" diye bıkkın bir sinirle söyleniyor. Ekrandaki renkli şekerlerin beş tanesini yan yana getirip patlatarak, zorlu bir aşamayı geçmenin verdiği muzaffer gülümsemeyle başını kaldıran Suna, kızının yüzüne doğru salladığı bluzun, az önce patlattığı şekerlerle aynı renk olduğunu gördüğünde bu bir işaret olmalı diye düşünüyor. "Sarı renkleri daha çok yan yana getirmeliyim!" Yüzüne dik dik bakan kızını daha fazla kızdırmamak için "Unutmuşum Nazlıcım, sen kısa programla makineyi çalıştır, bitince kurutucuya atarız, akşam...

Renkli kuşlar merdiveni

Ansızın tatlı bir meltem eserdi belki, gündüz vakti oturduğu kumsalda. Denize nazır uzatabilirdi ayaklarını, keyifle bir şezlongda. Kim bilir, kumdan kale yapmak için yarışırdı küçük çocuklarla. Belki de hayata karışırdı. O gün, o kapıdan çıkma şansı olsa... Çok istediği bölümü kazandığı gün, annesinin acı çığlıklarına yenilmişti sevinci. Söz verdi kendisine, öğretmen olduğunda; boyun eğmemeyi öğretecekti çocuklara. Okyanusu düşünürdü sık sık ve kocaman balıklarla yüzdüğünü... Belki de hayata karışırdı. O gün, o kapıdan çıkma şansı olsa... "Odandan sakın çıkma!" derdi annesi "Kapıyı kilitle ve benim çağırmamı bekle." O adam gittiğinde, annesinin sesini duymayı beklerdi yutkunarak, sessizce... Bedenindeki izleri saklamayı öğrenen annesi, ruhundaki yaraları saramazdı kolayca. Belki de hayata karışırdı. O gün, o kapıdan çıkma şansı olsa... Penceresinin kenarında beslediği kuşlara, hayallerini anlatırdı çoğunlukla. Hep uzaklara gidiyordu o hayallerde... Çok uzaklara... ...

Özgürlük sanrısı

Limon'u ilk gördüğümüz günü hatırlıyor musun? Hani balkondaki pembe sardunyanın üstüne gelip konmuştu. Ben korkup kaçar sanmıştım, sen kendinden emin yavaşça yanına gidip parmağını uzatmıştın o da sakince gelip konmuştu... Belli ki tanıdık bir hareketti bu onun için, hiç yadırgamamıştı... Tanıdık duygulara kendimizi güvenle bırakmakta hepimiz öyle değil miyiz? Kuş hala parmağındayken sen önde ben arkada balkondan içeriye geçip kapıyı kapatmıştık. O, odanın içinde uçarak avizenin tepesine konmuş etrafı süzerken, sen hemen kafes bulma telaşına düşmüş dışarı çıkmaya hazırlanıyordun. "Bırakalım gitsin yazık hayvana" demiştim "Asıl bırakırsak yazık olur. Bunlar alışık değil dışarıdaki hayata, ya kedilere ya da açlığa yenilir hem bak kendisi bizi seçti" demiştin parmağını uzatınca gelip konan kuşu işaret ederek... O zaman mantıklı gelmişti. Oysa o da dışarıdaki hayatı seçip seçmemeye sadece kendisi karar verebilmeliydi... Yeni ve süslü kafesine hapsederken, limon sarı...

Geçmişin penceresi

Güneşin altın ışıltılar serpiştirdiği lüle saçlarını, sağa sola neşeyle savurarak "Annee!" diye sesleniyor küçük kız. "Anneannem dedi ki, benim yaşımdayken o da seni sallarmış bu salıncakta" iki tarafından zincir sarkıtılmış bu eski tahta salıncağın önünde durmuş, küçük kızını yavaş yavaş sallarken onun neşesi bulaşıyor gülümseyişine. Baharın gelişini coşkuyla kutlayan sapsarı çiçeklerin kapladığı arazinin çok ilerisinde görünen evleri işaret ederek "Bak! Şu uzaktaki evler var ya, onların hiçbiri yoktu ben çocukken... Her yer böyle çiçeklerle kaplıydı" diyor. Küçük kız, annesinin söylediği gibi hayalinde evleri yok etmeye ve onların yerine çiçekleri koymaya çalışırken, annesi de çocukluğuna misafir oluyor... Bu eski salıncakta keyifle sallandığı o günleri, hevesle topladığı çiçekleri hediye ettiğinde, annesinin yaşaran bal rengi gözlerini, hafta sonları buraya gelmeyi nasıl iple çektiğini, büyüdükçe tek başına sallandığı salıncakta, karşısındaki çiçek dery...

Davetsiz misafir

Üzerinde 'Tarım Sözlüğü' yazan kitabı mutfaktaki anneme gösterip "Babam tarımcılığa mı başladı?" diyorum gülerek. Pencereden bahçeye endişeli bir bakış atıp, "Ah! Sorma. Baban delirdi" diyor başını sallayarak "İki haftadır böyle... Gece, gündüz bahçede..." "Ne var ki bahçede?" diye meraklanarak kapıya gidiyorum ve donup kalıyorum. Babam, bir şeyler ekeriz diye ayırdıkları toprak alanda sandalyesine oturmuş, elindeki sopayı tarumar olmuş topraktaki deliklere gelişi güzel batırıyor ve "Geç de göreyim bu çimenlere!" diye söyleniyor. Annemin "Gördün mü?" demesiyle kendime geliyorum ve elimdeki sözlüğü masaya bırakarak, kapının önündeki terliği giyip onun yanına gidiyorum. Babam geldiğimi fark etmiyor bile, sarılıp öpüyorum. Ortamın tuhaflığına inat normal şeylerden konuşuyoruz. "Yolculuk nasıl geçti?" diye soruyor. Ben de anlatırken her zaman yaptığım gibi onun gözlüğünü alıp bluzumun eteğiyle siliyorum ve dikkat...

Bir park güncesi

  Tam bir bahar havası denebilirdi bu güne, eğer güneş yüzünü gizlemeseydi…  Sıralanmış teknelerin halat gıcırtısını, cıvıltılı kuş sesleri akort ediyor. Kargaların kavgasını çığlık atan bir martı bölüyor. Ağaçlar arası gezintiye çıkan serçeler, yerdeki köpeği teğet geçiyor. Arka sokaktaki okul çocuklarıyla parktaki çocuklar ses çıkarma yarışında berabere kalıyor. Banktaki genç çifte, teknesini temizleyen adamın su sesi serenat yapıyor. Kim bilir kaçıncı seferine çıkan vapuru görür görmez sahildeki tekneler beşik dansına başlıyor. Tam bir bahar havası denebilirdi bu güne, eğer güneş yüzünü gizlemeseydi…   Yürüyüşe çıkan bastonlu amca, kendisinden beklenmeyen bir hızla vapurun fotoğrafını çekiyor. Köprüden geçen araçların nereye varacağını kimse bilmiyor. Bankta oturan kızın tepesindeki ağaçta konumlanan karga, ısrarla bağırıyor. Belki de burası benim mekanım kalk başka yere git diyor. Vapurun kendisi gitse sesi yadigar kalıyor… Tembellikle sınanan köpek, yattığı yeri deği...

Pazarlık ustası

  Her şeyin bir ederi var kabul ama sen de pazarlık ederken öldürdün bizi be ablacım... Söyle bakalım şimdi bu güzel kolyeyi alıyor musun, almıyor musun? Bak! Yeminle sana çok uygun fiyat verdim. Bu kapıdan çık, geri gel bu fiyatı bir daha duyamazsın benden o kadar diyorum... "Gerçek inci olup olmadığından şüpheleniyorum açıkçası..." Bak güzel ablacım eline al ve ışığa tut, gördün mü? Sedefli bir parlaklık mevcut, işte bu Makedonya'nın meşhur Ohrid sularından çıkarılan inci. Böyle kaliteli bir inciyi değil bu sokaktaki dükkanlarda, Türkiye'de bile bulamazsın. Bu kadar da malımdan emin konuşuyorum. Bizim Ohridli bir ustamız var Valmir usta, yıllardır bütün incileri ondan tedarik ediyoruz. Özel olarak gidip elden alıyoruz ürünleri. Ama bizde zorlama yok. Sen içime sinmedi ben başka yerleri gezicem diyorsan eyvallah. Bu dükkandan çıktın, bu fiyatı bir daha söylemem onu da belirteyim de sen bir düşün istersen... "Selamünaleyküm Mustafa abi, havaalanında hiç oyalanmad...