Ana içeriğe atla

Rümeysa ve Kızları

 

Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar, bize çok ama çok uzak ülkelerden birinde genç ve güzel bir kız yaşarmış. O ülkedeki her genç kız gibi, beyaz atlı bir prens beklese de onun asıl hayali kendisine ait sıcacık bir yuva kurmakmış. Kısmet bu ya ona prenses gibi hissettiren genç bir adama sevdalanmış. Daha önce de dediğimiz gibi bu genç kızın gözü pek yükseklerde değilmiş. Yanii... Henüz değilmiş. Annesinin, kızına zengin bir damat bulma hayallerini yıkarak, çalışkan ve iyi kalpli bu genç adamla evlenerek hayalindeki sıcak yuvaya kavuşmuş. Bu yuvada iki tane de güzeller güzeli kız dünyaya gelmiş. Bizim buralarda, “Kuzguna yavrusu şahin görünürmüş,” derler. Bu kızlar da annesine öyle görünmüş. Bize çok ama çok uzak ülkedeki bu kızın rüya gibi yaşamı, kocasının bir kaza sonucu hayata veda etmesiyle son bulmuş. İşte hepimizin çok iyi bildiğini sandığı Külkedisi,’ masalı da tam olarak böyle başlamış.

Kocası bu hayatı terk-i diyar ettiğinden beri kendisi de her gün onun peşinden gitmeyi düşünen Rümeysa, ailesi de dahil kimseden ufacık bir destek göremeyince bu dünyada önemsediği yegane varlıklar olan kızlarının hatırına yaşama tutunmaya gayret eder. Bulduğu her işte çalışır, çabalar. Kocasının arkadaşının lokantasında yerleri temizler, mutfakta yamaklık yapar, bulaşık yıkar, kısacası çocukları için elinden gelen her şeyi yapar.Yapar yapmasına ama yıllar geçtikçe o güzel ve iyi kızdan eser kalmaz. Kaknem bir kadın olup çıkar Rümeysa. Zamanla; katı, bencil, işine geldiği gibi yalan söyleyen, kurnaz, adam kullanmakta üstüne tanınmayan birisine dönüşür. "Bu var ya buuu," derler arkasından, "Dışı seni, içi beni yakar!" Hoşuna gider. İstediği tam da budur. Alev alev yakmak! Gel zaman, git zaman kızlar büyür. Geçinmek zorlaşır. Ne kadar ayak işlerinde çalışsa da asla giyimlerinden, süslerinden taviz vermez ve etrafa karşı farklı bir yaşam sunar Rümeysa ile kızları. Kızlar da büyüdükçe annelerine benzer. Şahin görünümleri gidince kuzgunlukları açığa çıkar. Zaten eskiden de annelerine göründükleri kadar güzel olmadıklarını yeri gelmişken hatırlatalım.

Bir gün yine ortalığı toza dumana katıp, çalıştığı insanları illallah ettirirken, lokantanın müdavimlerinden biri yanına gelir ve uzaktan bir ahbabı için, o gariban adamın hayatını kaydıracağından habersiz, işgüzarlıkla çöpçatanlık yapmaya çalışır. "Karısı öleli epey oldu,” der, “Seninkilerin yaşıtı bir kızı var. Hali vakti yerinde, iyi bir adamdır. Evinin hanımı olur, buralarda çalışmak zorunda kalmazsın,” Adamın başka bir şehirde yaşadığını da ekleyerek, “Düşünürsen tanıştırayım sizi," der. Rümeysa'nın gözleri parlar. Avına temkinle yaklaşan sinsi bir aslan gibi, "Bilmem ki nasıl olur?" diyerek nazlanır. İşte kaknem Rümeysa ile kızlarının kaderiyle, evleneceği zavallı adam ve kızının hayatının değişeceği an işte bu andır.

Biz gözümüzü açıp kapayıncaya kadar, tanışma, adamı avucunun içine alma, evlenme ve tabii ki taşınma süreçleri gerçekleşir. Rümeysa, adamın şehrine taşınıp da evinden içeri girdiği anda turnayı gözünden vurduğunu anlar. Tabii kızları da. Tek bir pürüz vardır, o da evin güzeller güzeli kızı İpek. Aslında kız pek de sorun edilecek gibi değildir. Saflık derecesinde, iyi niyetli bir sevgi kelebeği gibi etrafta dolanıp durmaktadır. Ben bunu parmağımda oynatırım ama babası varken olmaz,” diye düşünür Rümeysa ve kıza becerebildiği kadar iyi davranmaya çalışır. Bu kendisine oldukça yabancı rol bile, adamın gözünü boyamaya yeter de artar. Kızlar ise çoktan en güzel odalara yerleşip, sefalarını sürmeye başlamıştır. Rümeysa da uzun yıllar yaşadığı sefil hayattan sonra, “Artık benim zamanım başlıyor,” diye düşünerek sevinç çığlıkları atmamak için kendini zor tutmaktadır. Zamanla evin hakimiyetini yavaşça eline alıp, adamı ve kızını parmağında oynatmaya başlayan Rümeysa, şimdi de evlenme çağına gelen kaknem kızlarını, zavallı kocası gibi saf ve zengin gençlerle tanıştırmanın yollarını aramaya başlar...

Zavallı demeye gönlümüzün el vermediği Rümeysa’nın, koca konusunda şanssızlığı devam etmektedir. Bu kez üzüntüyle değil, sevinçle karşıladığı bir ölüm haberi daha gelir. Zavallı adam, gittiği iş seyahatinden kalbine yenik düşüp, dönememiştir. Kızlarıyla birlikte, sevinçlerini gizlemekte zorlansalar da cenaze ve taziye sürecinde rollerini iyi oynarlar. Babasının ölümüyle yıkılan İpek'i teselli etmek bahanesiyle, yasını daha rahat tutması için kızı evin en küçük ve rutubetli odasına yerleştirirler. Zamanla zavallı İpek’e hizmetçi gibi iş buyurmaya başlar. Kızları ise geldikleri günden beri, kendilerinden kat be kat güzel olan bu kıza olan kıskançlıklarını, her fırsatta onu aşağılayarak annelerinden bile kötü olduklarını kanıtlamak için yarışırlar. Ve sonunda İpek, kendi evinde bu zalim kızlar ve anneleriyle bir hizmetçiden farksız hayatına devam etmek zorunda kalır. Her geçen gün, daha yoksul görünen üstü başıyla, ısınmasına bile izin vermedikleri için, mutfaktaki sobanın başında küllerden medet umarak geçirdiği kış gecelerinde, saflığından bir gram kaybetmeden, yaşadığı bu hayata itiraz etmeyi bile aklından geçirmeden, kardeşleri ve annesi gibi gördüğü bu insanlarla geçinmek için elinden geleni yapmaya çalışır.

Rümeysa'nın artık şansı dönmüştür. Kızlarıyla lüks ve görgüsüz bir sefa içinde yaşayıp giderken, evin kızı da zararsız bir böcekten farksızdır onun gözünde. Şans öyle bir şeydir ki, ya seninledir ya da sensiz. Bütün bu yaşananların üzerine, şans bu ya bir de şehrin en zengin ailesi olan Koçaklar, evlenme çağına gelen oğulları için bir parti verip, şehrin bütün bekar kızlarını davet etmesin mi? Sanırız Rümeysa istedi bir göz Allah verdi iki göz diyebiliriz bu duruma. Gözleri alev alev parlayan Rümeysa, kızlarını şehrin en iyi terzisine götürüp, en pahalı kumaşlardan, en güzel kıyafetleri diktirir. Artık en önemli hedefi zengin bir damat bulmaktır.

Bir süredir anne ve kızları meşgul eden bu parti ve ona hazırlanma sürecini tamamlayıp, beklenen gün geldiğinde, hepsini şaşırtan bir şey olur. İpek de kendince süslenmiş, partiye gitmek için hazırlanıp yanlarına gelir. Tüm saflığıyla "Bütün bekar kızlar davetli olduğuna göre, ben de gidebilirim diye düşündüm," der üvey annesi ve kızlarına. Annelerinden aldıkları cesaretle, bu kaknem ve şımarık aynı zamanda da görgüsüz kızlar, İpek’in en sade halinin bile kendilerinden daha güzel olmasını hazmedemeyerek, onunla dalga geçerler. Elbisesinin eteğini yırtarak, İpek'i salonda ağlamaklı bir halde bırakıp, partiye gitmek için kibirli tanrıçalar gibi kapıdan çıkarlar.

Ertesi sabah kahvaltının konusu, tabii ki akşamki partidir. Kızlar, partinin yıldızı olan peri güzelliğindeki kıza, üstlerine yapışıp kalmış hasetlikleriyle verip veriştirirken, anneleri bu durumdan hiç de hoşnut değildir. Rümeysa, neyse ki kızlarının pek de güzel olmadığının farkındadır. Ama bu kadar süslenmeyle ancak bu kadar olabilmiştir. Ve bu iki beceriksiz kız, partide tanıştıkları evin oğlunun gözünü boyamayı bir türlü başaramamıştır. Ahh... Ahhh! Onların yerinde ben olsaydım neler olurdu,” diye düşünür ve kızlarını alev gibi parlayan gözler ve biraz da kızgınlıkla eleştirerek seyreder.

Aynı günün akşamında, Rümeysa salonda oturmuş bu evlenme işine daha çok vakit ayırması gerektiğini düşünürken, zil çalar ve etrafta kapıyı açacak kimseyi göremeyince sinirlenerek, derin düşüncelere daldığı koltuğundan söylenerek, kalkıp kapıyı açar. Kapıdaki güvenlik görevlisi zannettiği iki adamdan daha yaşlı olanı kibarca "Affedersiniz hanımefendi, acaba Koçaklar'ın dün akşamki partisinde bulunmuş muydunuz?" diye sorar. Adamın sorusuna anlam veremeyerek, rahatsız edilmenin verdiği kızgınlıkla "Evet. Neden soruyorsunuz?" diye tersler. Kendisine verilmiş görevi en iyi şekilde yerine getirmek isteyen adamcağız, bunun cevabını bilmediğini anlatmak isteyen bir bakışla, "Dün akşam, partideki genç hanımlardan biri ayakkabısının tekini düşürmüş. Koçak Beyin oğlu, tutturmuş bu ayakkabının sahibiyle evleneceğim diye. Sabahtan beri kapı kapı dolaşıyoruz, henüz hiçbir hanımın ayağına uymadı. Baksanıza, özel yapım bir cam ayakkabı bu," diyerek şeffaf, parlak ve aynı zamanda narin olan ayakkabıyı gösterir. Yine dört ayağının üstüne düştüğüne inanan Rümeysa, bir anda kızgınlığını unutarak tüm çığırtkanlığıyla kızlarına seslenir. Odalarında sohbete dalmış iki kardeş, annelerine bir şey olduğunu zannederek telaşla odadan çıkarlar. Sesleri duyan İpek de üvey annesi ve kızları için yemek hazırlamaya çalıştığı mutfaktan çıkar ve üvey kız kardeşlerinin, dün gece telaşla eve dönmeye çalışırken, ayağından çıkan ayakkabıyı denediklerini görür. Adam "Olmuyor küçük hanım. Zorlamasak mı?" dese de kızlar ayakkabıya zorla ayaklarını sokmaya çalışır. O kadar zorlarlar ki küçük kardeşin ayağının üstü morarır. Artık olmayacağını kabul etmek zorunda kalan anne ve kızları hayal kırıklığı içinde adamlara ayakkabıyı uzatırken, İpek, cesaretle "Ben de deneyebilir miyim?" diye sorar. Hepsi birden, dalga geçip İpek'i aşağılamak için yarışırken, görevli adam "Bize tüm genç kızlar deneyebilir dediler. O yüzden tabii ki siz de giyebilirsiniz," diyerek kendilerini hasetten neredeyse yerlere atacak olan kaknem anne ve kızlarına rağmen ayakkabıyı İpek'e uzatır. İpek, tam olarak ayağına göre yapılmış ayakkabıyı giydiği anda, tüm şaşkın bakışlar onun üzerinde kilitlenir. Biraz daha kendine güveni gelen genç kız, dün geceden beri, önlüğünün iç cebinde sakladığı ayakkabının diğer eşini çıkararak, şaşkınlıktan dillerini yutmak üzere olan üvey anne ve kızarının bakışları eşliğinde ayağına giyer. Adamlardan tecrübeli olanı, bu anlamsız görevi tamamlamanın verdiği rahatlıkla "Bizden sizi hemen köşke götürmemiz istendi," der. "Koçak Beyin oğlu sizi bekliyor." İpek, sevinçle adamlara, kızlar ise tüm çirkinliklerini açığa çıkaran bakışlarla annelerinden medet umarak ona doğru dönmüşken, Rümeysa soğukkanlılığına hızlıca geri dönerek, yılların verdiği hayat tecrübesi ve kurnazlıkla, olabildiğince ağır kanlı bir şekilde adamlara döner ve tüm ödülleri hak edecek kadar iyi bir oyunculukla neredeyse ağlamaklı bir sesle "İpek kızım, rahmetli kocamın bize bıraktığı çok kıymetli bir emanettir. Şunu bilmenizi isterim ki, biz onu yabancılarla hiçbir yere gönderemeyiz. O nereye giderse bizim yerimiz onun yanıdır," Aynı soğukkanlılıkla, kendisine ağzı açık bakan kızlarına dönerek "Hadi kızlar, hazırlanın. Köşke gidiyoruz," diyerek üzerinde eğreti duran vakurlu bir edayla odasına doğru yürür.

İşte bizim masalımız da böyle bitti, demek isterdik ama ne yazık ki bu masalın sonunu henüz kimse bilmiyor. Tek temennimiz İpek'in Koçaklar'ın köşkünde, iflah olmaz saflığı ve iyi niyetinden biraz da olsa arınmış olmasıdır. Belki de Rümeysa, o kaknem kızlarına istediği gibi damatlar bulmuş ve onlar için tutunduğu bu hayatı biraz olsun rahat bırakmıştır. Olamaz mı? Masal bu ya, neden olmasın?



 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kan bağı olmayan kız kardeşler...

Kız kardeş candır, kandır, dosttur...  Bir de kan bağı olmadan kardeş bildiklerin vardır. Onlarla öyle şeyler yaşar ve paylaşırsın ki fark etmeden aile olursun... Beraber büyürsün, öğrenirsin, dinlersin, akıl verirsin, sevinirsin, üzülürsün... Kimseyle paylaşmadıklarını paylaşır, kimseye anlatılmayanların seninle paylaşıldığını bilirsin. Zaman önce güvenmeyi, sonra güvenine en sadık kalanların kız kardeşler olduğunu öğretir... Sonsuz bir güvenle sırtını yaslarsın. Bilirsin ki kardeş candır, candan zarar gelmez... Sonra aile genişler, evlenip çoluk çocuğa karışılır... Görünce gözlerinin ışıldadığı, görmediğinde içini sızlatan yeğenler doğar, sevgiyle büyürler... Aile büyüdükçe paylaşımlar artar, bağlar derinleşir... Bir sıkıntın olsa bilirsin ki kimse yoksa onlar var. Bu duyguyu dünyalara değişmezsin... Çünkü, bu dünyanın en güven verici şeyidir... Onların karşına çıkması tesadüf değildir. Bunu hep bilirsin... Kız kardeşler kandır, candır, varlığına hep şükredilenlerdir... K...

Kaybolan Manzara

  "Tadı yok sensiz geçen ne baharın, ne yazın Kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın Sarıldım kadehlere, derman olur diyerek Kalmadı tesellisi ne şarkının, ne sazın..." Nesrin Sipahi'nin sesi, baba yadigarı gramofondaki plaktan tatlı tatlı etrafa yayılıyor. "Kalmadı tesellisi" diyor "Ne şarkının, ne sazın," balkona kurduğu çilingir sofrasında, mavi-beyaz çizgili pijaması ve beyaz atletiyle oturmuş, çok az görünen deniz manzarasına kadehini kaldırıyor, "Sarıldım kadehlere, derman olur diyerekkk..." İçindeki denizi dalga dalga coşturan şarkıya, tüm benliğiyle eşlik ediyor. Yazdan kalma o eylül akşamında, tatlı bir esinti kadehini yalayıp, kulağının arkasından süzülüyor. İçi ürperiyor. Karısı olsa "Üşüteceksin Hilmi Bey, üstüne bir şey giy!" diye söylenirdi. Ona karşılık verir gibi "Ne var sanki bu havada üşütecek. Mis gibi hava, miss," diyor. Kafasını kaldırıp yıldızlara bakıyor. Yıldızlar onu göz kırparak selamlıyor. Nered...

Mahir Bey’in Kalemi

  Rahmetli Mahir bey, çok görgülü bir beyefendiydi. Bu şımarık çocuklar nasıl onun torunu olabilir? Hafsalam almıyor. Siyah kadife kutuyu açıp, görücüye çıkarır gibi beni gururla arkadaşlarına gösterirken, Japonya seyahatinde gördüğünü ve o an vurulduğunu anlatırdı. Herkesin hayran bakışları eşliğinde dolaşırdım odayı. Kimse elini uzatmaya cesaret edemez, uzaktan bakmakla yetinirlerdi. Hiç kıyamazdı bana Mahir bey, Allah'ın rahmeti üstüne olsun. Ahh ne günlerdi... İlk zamanlar evli değildi tabii, bayağı gençti. Belli ki bir sevdiği vardı. Beni mürekkebe batırır tam hevesle yazacakken, bir satır yazar, yazdığını beğenmez, buruşturup atardı kağıdı. Ne aşk mektupları yazdık beraber, helali hoş olsun. Çok beyefendi bir insandı. Bütün iş seyahatlerinde beni de yanında gezdirirdi. Uçakta, restoranda nerede aklına bir şey gelse hemen notlar alır, ben de o esnada etrafı seyrederdim. Çok yer gördüm sayesinde, çok... Uzak Doğu’dan b...